Bir ülke, aynalara bakmaktan korkuyorsa,
orada vicdan çoktan ölmüştür.
Ve biz artık aynaya değil, kendi yalanımıza bakıyoruz.

Kıbrıs’ın aynası da çatladı…
Ben o aynada o yılları görmedim belki,
ama o dönemi anlatanların gözlerinde gördüm.
Onların sesinde, bir halkın onurunun yankısını duydum.

Aynalı’nın destanını, Şekibe Ebe’nin duasını,
Mustafa Çağatay’ın adaletini, Defteralı’nın haysiyetini,
Ayanni’li Guşo’nun kahkahasını anlatanlar sayesinde büyüdüm.


**

Şimdi bak…
O aynanın yerinde reklam panoları var.
Gazetelerin yerinde sessizlik,
insanların yerinde maskeler…

Kıbrıs artık deniz kokmuyor.
Tetikçilerin, hırsızlığın, uyuşturucunun,
sanal bahisin, forex dolandırıcılığının, kumarın
ve sadece çıkarın kokusunu taşıyor rüzgâr.

Vicdanın yerini unvanlar,
kalemin yerini menfaatler aldı.

**

Eskiden Lefkoşa’da Beyrut Sineması’nın önünde insanlar gazeteleri kapışırmış.
Ben o kalabalığı bilmem,
ama o merakın yerini bugün umursamazlığın aldığını bilirim.

Okumak tehlikeli hale geldi,
bilmek ve yazmak cezaya dönüştü,
sormak ihanete…
Ve “susmak”, bir meziyet oldu.

**

Bir ülke düşün;
yalanın kravat taktığı, doğrunun sorgulandığı…
Bir toplum düşün;
kendi çocuklarının yüzüne bakamaz hale gelmiş.

Aynalar bu yüzden kırıldı işte
çünkü bu toprakta herkes kendi yalanından utanıyor artık.

**

Ama bilirim…
Bu ada, unutanların değil; hatırlayanların toprağıdır.
Ben o yıllara yetişmedim,
ama o yılların bıraktığı vicdan izine yetiştim.

Yıllar geçse de, o rüzgâr hâlâ Karpaz’dan geçerken aynı sesi fısıldar:

“Doğruyu söylemek suç değil, onurdur.”

Ve bir gün…
O aynalar yeniden parlar.
Belki Mustafa Aynalı yeniden destan yazar,
Defteralı yeniden hatırlanır,
Kıbrıs yeniden kendine bakar.

Çünkü Kıbrıs’ın aynası kırılmaz,
sadece kirlenir.
Ve bu ada, ne kadar kirletilirse kirletilsin…
hâlâ gerçeği yansıtır
yeter ki birileri bakmaya ve uygulamaya cesaret etsin.

Kimin uygulamaya cesareti var ?